bu bend yar üzerinedir;
gönül bu işte; elinle tutamıyor, üstüne yatamıyor, altına alamıyor çıkarıp atamıyorsun ki.. bir bakıyorsun aklını da alıp gitmiş, kendi başına, bir çift gözün, bir kaşın, bir kirpiğin, bir sesin öksesine tutulup kalmış... o dalda bülbül olayım demiş ya, tıkmışlar dutu ağzına, lâl olmuş....
kapanmış içine, çekmiş kendini duvarlarının ardına, bir kaç tuğla daha eklemiş; ses vermez, söz söylemez, gülmez olmuş.. sorana cevap, sormayana selam vermez olmuş.. yazmış, söylemiş, ağlamış, içmiş; ne ayağını ökseden kurtarmış, ne dalda açan çiçeğe uzanmış.. yanmış be senin anlayacağın, yanmış, tutuşmuş...
sonunda kül olmuş, bir rüzgarla savrulmuş, yere düşmüş, bir damla su bulmuş, yoğurmuş yeniden kendini, kendine kûn demiş, kalkmış yürümüş...
artık kaburgasının acısını unutmuş....
( eskilerden bir yazı)
düşen yağmur damlalarının, uçup giden martıların, denize kıyısı olmayan şehirlerin ve gerçek olanların hepsini yaşayıp tükettiğime inandığım sevgilerin ardından yazılmıştır.... ya da kısaca : geçen zamanın ardından bakarak yazılmıştır...
28 Mart 2007
kokun ve yağmur üzre yazılmıştır
gece. salonda uyumuşum. ışık yakmamıştım. mumlar sönmüş. karanlık. dışarıdan bir hışırtı geliyor. belli ki yağmur yağıyor. dalları balkonumun penceresine çarpan kiraz ağacının sensiz koparmaya kıyamadığım meyveleri acaba dökülür mü ? dökülürse "sensiz yapamadıklarım" defterine bunu da mı ekleyeceğim? "sensiz yapamadıklarım" defterini iptal edip de "sensin yapamadıklarım" diye bir defter mi açsam ki?
yağmur hızlanıyor. derenin sesi coşar simdi. ya da derecik. ya da "yağmur yağınca su miktarı artan, sesi çoğalan, pencerem açıksa yağmur damlalarıyla birlikte içeri kaçan akan su parçası" her neyse işte..
hızla kalkıp pencereyi açıp yine uzandım koltuğa. sanki hızla kalkıp pencereyi açmamışım da, o hep açıkmış gibi olsun diye. hemen serin hava doldu içeri ve derenin sesi. ve ayak parmaklarıma düşen yağmur damlaları. sensizlik belki çıkar diye bekledim dışarı ama sanırım yetmedi yoğunluğu. sensizlik dışarıda daha mı çok ne ?
bir kaç gün önce bu koltukta benim uyuduğum gibi uyurken sarıldığın yastığa sinmiş kokuna sarılıyorum hala. senden koparabildiğim anlık dokunuşlar, anlık bakışların yanında bu koku ömür kadar uzun sayılır.
azaldı ama gitmedi. ve sana ait hiç bir şeyin olmadığı kadar gerçek işte. bunca zamanın sonu, hepi topu, bir yastığa sinmiş bir koku.
azalır diye korkuyordum ama giderek hızlanıyor sanki yağmur. karanlığın içinde çoğalan su sesi, ayaklarıma -sanki- batan yağmur damlaları, yokluğunun varlığı bu koku, gökyüzünde koyu gri bulutlar. bir bilimkurgu filminde esas çocuğun gerçekle sahteyi anladığı sahnedeyim sanki. ama benim gerçekle sahteyi anlamaya cesaretim yok. sahteye kanmak daha kolay kokun bu kadar burnumdayken. gerçeği alıp da koyacak yerim yokken, hem zaten böyle karanlıkken, hem zaten yağmur yağarken, su sesi içeri dolarken, "sen sen sen" çok daha kafiyeliyken..
yedibinyediyüzdoksanbeş şarkının arasından rasgele seçe seçe "gönlüm senin esirin kalbim senindir" i seçti gitti alet. ben sözde teknoloji hayatı kolaylaştırır diye aldıydım bunu. mastika vardı bir yerde, roman havası vardı, neden bu şimdi ? tüm gerçekliğiyle yüzüme vurmak için mi bu kurgusal olsun diye umduğum hasreti. "rüya falan değil, rüyalar iki yıl sürmez, yarın sabah uyanınca da bu hayata devam edeceksin" mi demek istiyor bana utanmadan parasını benim ödediğim bu mepeüççalar bozuntusu.
görünen pencerelerin hiç birinde ışık olmaması, piyanonun başına oturup da bu şarkının nasıl söylendiğini o salak alete göstermek için yanlış bir zaman olduğunu göstermese, ben ona gösterirdim ama ... ama yağmur yağıyor. ama burnumda onun kokusu. ama uçtu uçacak açık pencereden yüreğim. ama gözlerimde bulut yüzümde yağmur. ama çıkmaz ki sesim benim sensizliğin bu saatlerinde..
şimdi artık bunlara katlanmak için gerçekten hayale kaymanın zamanı.
kapımı vuran biri mi var,
yoksa çıkıp sana gelmek için göğsümü mü zorluyor kalbim.
bulutlar mı örtüyor üstümü,
toprak mı;
ölüyor muyum,
gümüşlere mi gömülüyor düşlerim.
'
sıcacık bir yağmur siner kara gecenin içine
toprak somun gibi kabarır
tak tak vurulur kapıma
kişner kapımda kır atım
dünyam gümüşler kuşanır
(a. kadir)
‘
( eskilerden bir yazı)
yağmur hızlanıyor. derenin sesi coşar simdi. ya da derecik. ya da "yağmur yağınca su miktarı artan, sesi çoğalan, pencerem açıksa yağmur damlalarıyla birlikte içeri kaçan akan su parçası" her neyse işte..
hızla kalkıp pencereyi açıp yine uzandım koltuğa. sanki hızla kalkıp pencereyi açmamışım da, o hep açıkmış gibi olsun diye. hemen serin hava doldu içeri ve derenin sesi. ve ayak parmaklarıma düşen yağmur damlaları. sensizlik belki çıkar diye bekledim dışarı ama sanırım yetmedi yoğunluğu. sensizlik dışarıda daha mı çok ne ?
bir kaç gün önce bu koltukta benim uyuduğum gibi uyurken sarıldığın yastığa sinmiş kokuna sarılıyorum hala. senden koparabildiğim anlık dokunuşlar, anlık bakışların yanında bu koku ömür kadar uzun sayılır.
azaldı ama gitmedi. ve sana ait hiç bir şeyin olmadığı kadar gerçek işte. bunca zamanın sonu, hepi topu, bir yastığa sinmiş bir koku.
azalır diye korkuyordum ama giderek hızlanıyor sanki yağmur. karanlığın içinde çoğalan su sesi, ayaklarıma -sanki- batan yağmur damlaları, yokluğunun varlığı bu koku, gökyüzünde koyu gri bulutlar. bir bilimkurgu filminde esas çocuğun gerçekle sahteyi anladığı sahnedeyim sanki. ama benim gerçekle sahteyi anlamaya cesaretim yok. sahteye kanmak daha kolay kokun bu kadar burnumdayken. gerçeği alıp da koyacak yerim yokken, hem zaten böyle karanlıkken, hem zaten yağmur yağarken, su sesi içeri dolarken, "sen sen sen" çok daha kafiyeliyken..
yedibinyediyüzdoksanbeş şarkının arasından rasgele seçe seçe "gönlüm senin esirin kalbim senindir" i seçti gitti alet. ben sözde teknoloji hayatı kolaylaştırır diye aldıydım bunu. mastika vardı bir yerde, roman havası vardı, neden bu şimdi ? tüm gerçekliğiyle yüzüme vurmak için mi bu kurgusal olsun diye umduğum hasreti. "rüya falan değil, rüyalar iki yıl sürmez, yarın sabah uyanınca da bu hayata devam edeceksin" mi demek istiyor bana utanmadan parasını benim ödediğim bu mepeüççalar bozuntusu.
görünen pencerelerin hiç birinde ışık olmaması, piyanonun başına oturup da bu şarkının nasıl söylendiğini o salak alete göstermek için yanlış bir zaman olduğunu göstermese, ben ona gösterirdim ama ... ama yağmur yağıyor. ama burnumda onun kokusu. ama uçtu uçacak açık pencereden yüreğim. ama gözlerimde bulut yüzümde yağmur. ama çıkmaz ki sesim benim sensizliğin bu saatlerinde..
şimdi artık bunlara katlanmak için gerçekten hayale kaymanın zamanı.
kapımı vuran biri mi var,
yoksa çıkıp sana gelmek için göğsümü mü zorluyor kalbim.
bulutlar mı örtüyor üstümü,
toprak mı;
ölüyor muyum,
gümüşlere mi gömülüyor düşlerim.
'
sıcacık bir yağmur siner kara gecenin içine
toprak somun gibi kabarır
tak tak vurulur kapıma
kişner kapımda kır atım
dünyam gümüşler kuşanır
(a. kadir)
‘
( eskilerden bir yazı)
vanilya kokusu ve sensizlik üzre yazılmıştır
- I -
düşlerimi elime alıp sevdaya fırlattım gül kokularını. yağmuru arkama alıp denize karşı durdum. rüzgara bıraktım tüm hayalkırıklarını. birkaç dal kırıldı, kediler çöp tenekelerinden fırlayıp kaçtılar, bir yerde bir kapı çarptı, bir cam kırıldı.. tazelendi ömrüm sanki bu seher, gün yeni bir bana doğdu sandım. aldandım.
yüreğimin çığlıkları dolandı durdu sokakları, görüntümden ürküp kaçtı çocuklar, kuşlar uzak uçtu, polisler ters ters baktı, bir tek damlalar düştü üzerime. damlar saçlarımdan yüzüme aktı, yüzümü birbirine kattı bir yumruk gibi savrulan rüzgar. kendime geldim, ayıldım, her şeyi unuttum sandım. aldandım.
geriye dönecek bir yerim yoktu, geride bıraktığım bir şey yoktu, geri yoktu, son adımımın izini bile silip süpürmüştü yağmur, belki de bile bile. arkamdan sadece sokak köpekleri bakıyordu, sanırım onlar da gittiğimden emin olmak istiyordu. bu şehir beni sevmiyordu. bu şehirde kimse beni sevmiyordu. sen beni sevmiyordun. seveceğini sanmıştım, ne olursa olsun seveceğini sanmıştım. aldanmıştım.
aldanmışlığım her yüzüme vurduğunda bu şehre yağmur yağıyordu.
her yağmur yağdığında seni özlüyordum.
her seni özlediğimde ancak yazabiliyordum.
her ancak yazabildiğimde içimde bir şeyler yanıyordu.
her içimde bir şeyler yandığında seni umuyordum.
her seni umduğumda aldanmışlığım yüzüme vuruyordu.
odam vanilya kokuyordu,
sen bilmiyordun
(/ eskilerden bir yazı)
düşlerimi elime alıp sevdaya fırlattım gül kokularını. yağmuru arkama alıp denize karşı durdum. rüzgara bıraktım tüm hayalkırıklarını. birkaç dal kırıldı, kediler çöp tenekelerinden fırlayıp kaçtılar, bir yerde bir kapı çarptı, bir cam kırıldı.. tazelendi ömrüm sanki bu seher, gün yeni bir bana doğdu sandım. aldandım.
yüreğimin çığlıkları dolandı durdu sokakları, görüntümden ürküp kaçtı çocuklar, kuşlar uzak uçtu, polisler ters ters baktı, bir tek damlalar düştü üzerime. damlar saçlarımdan yüzüme aktı, yüzümü birbirine kattı bir yumruk gibi savrulan rüzgar. kendime geldim, ayıldım, her şeyi unuttum sandım. aldandım.
geriye dönecek bir yerim yoktu, geride bıraktığım bir şey yoktu, geri yoktu, son adımımın izini bile silip süpürmüştü yağmur, belki de bile bile. arkamdan sadece sokak köpekleri bakıyordu, sanırım onlar da gittiğimden emin olmak istiyordu. bu şehir beni sevmiyordu. bu şehirde kimse beni sevmiyordu. sen beni sevmiyordun. seveceğini sanmıştım, ne olursa olsun seveceğini sanmıştım. aldanmıştım.
aldanmışlığım her yüzüme vurduğunda bu şehre yağmur yağıyordu.
her yağmur yağdığında seni özlüyordum.
her seni özlediğimde ancak yazabiliyordum.
her ancak yazabildiğimde içimde bir şeyler yanıyordu.
her içimde bir şeyler yandığında seni umuyordum.
her seni umduğumda aldanmışlığım yüzüme vuruyordu.
odam vanilya kokuyordu,
sen bilmiyordun
(/ eskilerden bir yazı)
hüzün kuşları
hüzün kuşları gelip yedi bütün kuş üzümlerini. Ve çam fıstıklarını. oysa biz seninle pilav yapmayacak mıydık onlarla. birlikte içimizden geldiği için "iç" dediğimiz ama aslında "iç olmayan iç pilav - olsa olsa canımın içi pilav olur bu pilav - " yapmayacak mıydık. yaparken de aklına geldikçe bu isim sen, gülmeyecek miydin gözlerini kısarak.
"iç olmayan iç pilavımıza kuş üzümü ve fıstık da ekleyelim mi hayatım, ama yeni bahar koymayalım ben sevmiyorum " dedim diye, birlikte önce markete gidip; sonra "otantik olalım aktar kullanalım" diye daha baharat reyonuna varmadan geri dönerek bir "aktarcı" ya gitmemiş miydik seninle.
"üzümler seçmece oluyor mu ?" diye sormamış mıydık aktarcı amcaya. aktarcı amca önce gözlüklerinin üstünden hayretle bakmış, sonra seni ve yanındaki sende erimiş beni görünce gülümseyerek "olmaz ! ben vereceğim. kaç tane istiyorsunuz bakayım" diye neşemize katılmamış mıydı ?
"fıstık da mı istemiştiniz ? " diye sorduğunda ben, seni göstererek "evet ya. bunu her yere götüremiyorum, şöyle daha küçüklerinden de varsa onlardan da alayım da cebime falan koyarım" dediğimde sen kıpkırmızı olup gözlerimin içine "sana bin defa bana bunu yapma" buzdan soğuk bakışıyla bakmamış mıydın ?
muhabbetin geri kalanını, bu bakışla ve daha alışveriş bitmeden "ben arabadayım" diyerek çıkıp gitmenle, bana ve biraz da aktara zehretmemiş miydin ? yanına geldiğimde, ölçüsü karışları aşmış bir suratla devam etmemiş miydin aksiliğine.
susmayacağını ve dinmeyeceğini anladığımda arabayı deniz kıyısına çekip "seni sevdiğimi herkese söylemeyi bana yasaklayacaksan ben seni istemiyorum" diye bağırarak arabadan indiğimde sen de direksiyona geçip koltuk ayarını bile yapmadan basıp gitmemiş miydin ?
"ben o denizin kıyısında deniz mi olsam hüzün mü" diye düşünürken tepemde martılar uçuşmuyor muydu. sonra torbayı açıp önce kuş üzümlerini ve ardından sanki senin küllerini geleceğe savurur gibi çam fıstıklarını ve nasıl bir ses çıktıysa artık ağzımdan işte öyle bir sesle hüznümü, denize fırlatmamış mıydım.
işte o martılar önce hüznümü yiyip hüzün kuşları oldular.
sonra yediler bütün kuş üzümlerini.
ve çam fıstıklarını.
"iç olmayan iç pilavımıza kuş üzümü ve fıstık da ekleyelim mi hayatım, ama yeni bahar koymayalım ben sevmiyorum " dedim diye, birlikte önce markete gidip; sonra "otantik olalım aktar kullanalım" diye daha baharat reyonuna varmadan geri dönerek bir "aktarcı" ya gitmemiş miydik seninle.
"üzümler seçmece oluyor mu ?" diye sormamış mıydık aktarcı amcaya. aktarcı amca önce gözlüklerinin üstünden hayretle bakmış, sonra seni ve yanındaki sende erimiş beni görünce gülümseyerek "olmaz ! ben vereceğim. kaç tane istiyorsunuz bakayım" diye neşemize katılmamış mıydı ?
"fıstık da mı istemiştiniz ? " diye sorduğunda ben, seni göstererek "evet ya. bunu her yere götüremiyorum, şöyle daha küçüklerinden de varsa onlardan da alayım da cebime falan koyarım" dediğimde sen kıpkırmızı olup gözlerimin içine "sana bin defa bana bunu yapma" buzdan soğuk bakışıyla bakmamış mıydın ?
muhabbetin geri kalanını, bu bakışla ve daha alışveriş bitmeden "ben arabadayım" diyerek çıkıp gitmenle, bana ve biraz da aktara zehretmemiş miydin ? yanına geldiğimde, ölçüsü karışları aşmış bir suratla devam etmemiş miydin aksiliğine.
susmayacağını ve dinmeyeceğini anladığımda arabayı deniz kıyısına çekip "seni sevdiğimi herkese söylemeyi bana yasaklayacaksan ben seni istemiyorum" diye bağırarak arabadan indiğimde sen de direksiyona geçip koltuk ayarını bile yapmadan basıp gitmemiş miydin ?
"ben o denizin kıyısında deniz mi olsam hüzün mü" diye düşünürken tepemde martılar uçuşmuyor muydu. sonra torbayı açıp önce kuş üzümlerini ve ardından sanki senin küllerini geleceğe savurur gibi çam fıstıklarını ve nasıl bir ses çıktıysa artık ağzımdan işte öyle bir sesle hüznümü, denize fırlatmamış mıydım.
işte o martılar önce hüznümü yiyip hüzün kuşları oldular.
sonra yediler bütün kuş üzümlerini.
ve çam fıstıklarını.
bir hikaye yazsam diyorum
bir hikaye yazsam diyorum. kendimi bir kaptan yapsam, seni teknenin üstünde dolanıp duran bir martı.
benim nasıl senin peşinde dolaştığımı engin denizlerde, senin nasıl üstümde uçmaktan vazgeçmediğini anlatsam. senin ardında bilmediğim denizlerde nasıl kaybolduğumu, nasıl kayalara çarpıp yan yattığımı, yelkenlerimi nasıl yakıp kül ettiğimi anlatsam. senin nazlı uçuşundan nasıl hiç yorulmayıp tekneme hiç konmadığını, konduğunda nasıl ürkek durduğunu, sadece bir kaç defa nasıl da tüylerini okşadığımı anlatsam. senin nasıl bir kaç defa, ama an kadar kısa bir kaç defa, omzuma konduğunu anlatsam.
çok az, ama yok kadar çok az, elimle beslediğimi seni; bir gün çok sert rüzgardan yıldığın için, ama sadece rüzgardan yıldığın için girip de kamaramda uyuduğunu katsam biraz da içine diyorum. belki biraz da omzuma konduğun bir vakit başını saçlarıma sürttüğünü, yanağını yanağıma dayadığını katsam diyorum.
ne bileyim, mesela bir yerinde hikayenin "ellerim titriyor yokluğundan" demiş olsam sana. sen dile gelip de "ellerine konayım ki titremesinler, ama dokunmasınlar bana, sadece titremesinler" demiş olsan mesela.
ne bileyim, mesela, "ya batır teknemi beni keskin kayalıklara sürükleyip, bırak boğulayım; ya da gel birlikte dolaşalım bu denizleri, istediğimi kıyıda demirleyip ömrümüzü tüketelim" demiş olsam sana diyorum. ama korkuyorum "bu denizleri çok dolaştım ve gördüm ki birlikte demirleyeceğimiz bir liman yok" dersen diye bana.
öylesine körelmiş ki kalemimin ucu, hikayeyi mutlu sonla bitirmeye yetmeyecek diye korkuyorum. oysa sen kanadından bir tüy versen bana biliyorum her şeye yetecek gücüm.
bir hikaye, sonu meçhul bir hikaye yazsam diyorum, sanki bin yıllar öncesinden gelen bir efsane gibi...
beni kaptan yapıp batırsam sularda, seni martı yapıp uçursam semalarda diyorum.
uçarsın da dönmezsin diye korkuyorum
( eskilerden bir yazı)
benim nasıl senin peşinde dolaştığımı engin denizlerde, senin nasıl üstümde uçmaktan vazgeçmediğini anlatsam. senin ardında bilmediğim denizlerde nasıl kaybolduğumu, nasıl kayalara çarpıp yan yattığımı, yelkenlerimi nasıl yakıp kül ettiğimi anlatsam. senin nazlı uçuşundan nasıl hiç yorulmayıp tekneme hiç konmadığını, konduğunda nasıl ürkek durduğunu, sadece bir kaç defa nasıl da tüylerini okşadığımı anlatsam. senin nasıl bir kaç defa, ama an kadar kısa bir kaç defa, omzuma konduğunu anlatsam.
çok az, ama yok kadar çok az, elimle beslediğimi seni; bir gün çok sert rüzgardan yıldığın için, ama sadece rüzgardan yıldığın için girip de kamaramda uyuduğunu katsam biraz da içine diyorum. belki biraz da omzuma konduğun bir vakit başını saçlarıma sürttüğünü, yanağını yanağıma dayadığını katsam diyorum.
ne bileyim, mesela bir yerinde hikayenin "ellerim titriyor yokluğundan" demiş olsam sana. sen dile gelip de "ellerine konayım ki titremesinler, ama dokunmasınlar bana, sadece titremesinler" demiş olsan mesela.
ne bileyim, mesela, "ya batır teknemi beni keskin kayalıklara sürükleyip, bırak boğulayım; ya da gel birlikte dolaşalım bu denizleri, istediğimi kıyıda demirleyip ömrümüzü tüketelim" demiş olsam sana diyorum. ama korkuyorum "bu denizleri çok dolaştım ve gördüm ki birlikte demirleyeceğimiz bir liman yok" dersen diye bana.
öylesine körelmiş ki kalemimin ucu, hikayeyi mutlu sonla bitirmeye yetmeyecek diye korkuyorum. oysa sen kanadından bir tüy versen bana biliyorum her şeye yetecek gücüm.
bir hikaye, sonu meçhul bir hikaye yazsam diyorum, sanki bin yıllar öncesinden gelen bir efsane gibi...
beni kaptan yapıp batırsam sularda, seni martı yapıp uçursam semalarda diyorum.
uçarsın da dönmezsin diye korkuyorum
( eskilerden bir yazı)
Kaydol:
Yorumlar (Atom)